CHP Bursa Milletvekili Hasan Öztürk, TBMM’de düzenlediği basın toplantısında ülke gündemini ve Bursa Meşe caddesi ile hürriyet mahallesi’nde yaşanılan sorunları dile getirdi
CHP Bursa Milletvekili Hasan Öztürk”Türkiye’nin çalışma hayatını, gelir dağılımını ve sosyal güvenlik sistemini yakından ilgilendiren Tamamlayıcı Emeklilik Sisteminden bahsetmek istiyorum. Vatandaşlarımız haklı bir endişeyle bize ulaşarak, sistemle ilgili tepkilerini dile getiriyor.
Ben de burada bu sistemin gerçek anlamda ne anlama geldiğini, kimler için ne tür sonuçlar doğurabileceğini ve hangi riskleri taşıdığını açıkça ortaya koymak istiyorum.
Ancak öncesinde sormak istiyorum: AKP bugüne kadar hangi emeklilik sistemini layıkıyla kurdu ki tam da onun üzerine TES’i “mükemmel” diye sunabilsin? Aylık bağlama oranlarını önce %76’dan, sonra %65’e, daha sonra %50’ye kadar düşürerek sistemi adeta erozyona uğrattınız. Şimdi çıkıp “yeni sistem” diyeceksiniz de, bunu çalışanlara nasıl izah edeceksiniz? Sizin yaptığınız sistem değişiklikleri yüzünden, aynı gün prim günü ve benzer kazançla emekli olacak iki kişi arasında dramatik farklar oluşuyor.
İşsizlik Sigortası Fonu’nda yıllarca biriken kaynak nerede ve nasıl kullanıldı peki? Bu fon “işsizlere destek fonu” olarak tanıtıldıysa da, gerçekte büyük kısmı işverene teşvik, teşvik destek adı altında aktarıldı. Fonun giderlerine bakarsan, işverene ayrılan kaynak çok daha büyük bir pay aldı. 2025’in ilk dört ayında İşsizlik Sigortası Fonu’ndan yapılan harcamalarda, işçilere ödenen işsizlik ödeneği 24,4 milyar TL iken Aynı dönemde, işverenlere yönelik teşvik ve destek ödemeleri ise 26,7 milyar TL’ye ulaştı.
Yani fondan işverene aktarılan kaynak, işsiz kalan çalışanlara yapılan ödemeden daha fazla gerçekleşti.
Ortada böyle bir tablo varken sizin sunduğunuz bu yeni sisteme kim nasıl güvensin? 2024’te 55 yaşında emekli olana 16.650 liraya yakın maaş bağlanırken, 2025’te 56 yaşında emekli olana 14.500 lira maaş bağlanıyor. Yani hem prim günü daha fazla, hem maaşı daha düşük. Bu nasıl bir saçmalık Allah aşkına?
Yani bugün AKP, var olan sistemi altüst etmiş, tüm emeklileri fakirlikte buluşturmuştur. Şimdi “yeni bir sistem inşa edeceğiz” diyor, çünkü herkes biliyor ki para lazım. Bu yalnızca bizim değil, her maaşlı çalışanının, her öğretmenin, her işçinin ortak yorumu. İnsanların işsizlik fonundan faydalanmasını zorlaştırmak için 40 dereden su getiriyorsunuz. Ancak işverene teşvik adı altında milyarlar akıtıyorsunuz.
2026 yılının ikinci çeyreğinde yürürlüğe girmesi planlanan bu sistem, adı “tamamlayıcı” olsa da içerdiği düzenlemelerle çalışanların geleceğini belirsizliğe sürüklemektedir.
Hükümetin tanıtımlarında TES, emekliliği destekleyen bir ikinci basamak sistem olarak anlatılıyor. Ancak detaylara bakıldığında, ortada tamamlayıcı bir güvence değil, çalışan maaşlarına yeni bir yük getiren bir model bulunuyor. Kamuoyuna yansıyan bilgilere göre çalışanlardan maaşlarının yüzde 3’ü oranında zorunlu kesinti yapılacak. İşveren de benzer oranda katkı sağlayacak, devlet ise yüzde 30 ek katkı sunacak. Kâğıt üzerinde bu tablo bir dayanışma gibi görünebilir ama gerçekte, enflasyon karşısında eriyen maaşlardan yeni bir payın daha alınması anlamına geliyor. Bu pay, asgari ücretli bir çalışan için her şey yeterince zorken, bir ailenin mutfağından, çocuğunun okul masrafından eksilecek paradır.
Üstelik sistem gönüllü değil, zorunlu olacak. Çalışanlar rızaları dışında bu kesintilere dahil edilecek; cayma hakkı büyük ölçüde sınırlandırılacak. Bu durum yalnızca ekonomik değil, demokratik bir meseledir. İnsanların kendi kazançları üzerindeki tasarruf hakkını kısıtlamak, sosyal devlet anlayışıyla bağdaşmaz.
Bir diğer kaygı noktası, kıdem tazminatına ilişkin belirsizliktir. Yetkililer her ne kadar “kıdeme dokunulmayacak” dese de, sistemde yer alan “işveren katkısı” düzenlemesi kıdem tazminatının geleceğiyle ilgili ciddi soru işaretleri yaratıyor. Çünkü eğer işverenin yapacağı katkı payı, mevcut kıdem yükümlülüğünden mahsup edilirse, yılların emeği, bir fonun içinde eritilmiş olur. Kıdem tazminatı bu ülkede işçinin en temel güvencesidir. Ne adı değiştirilebilir ne içi boşaltılabilir.
Tamamlayıcı Emeklilik Sistemi’nin en büyük tehlikelerinden biri de kayıt dışı istihdamı artırma riskidir. Çünkü bu sistem hem çalışan hem işveren için yeni bir mali yük anlamına geliyor. Üretim maliyetleri zaten yüksek, kâr marjları dar olan birçok işletme, bu yükü taşımakta zorlanabilir. Böyle bir tabloda bazı işverenlerin çalışanlarını sigortasız ya da eksik sigortalı göstermesi kaçınılmaz hale gelir. Yani bir yandan “tasarruf artışı” hedeflenirken, öte yandan prim gelirleri düşer, sosyal güvenlik sistemi zayıflar. Emekçinin hakkını korumak yerine, onu kayıtdışılığın ve güvencesizliğin içine iten bir yapı ortaya çıkar.
Gerçek tamamlayıcı sistem, çalışanın maaşını artıran, iş güvencesini koruyan, emeklilik gelirini büyüten sistemdir. Emeklinin geçimini piyasa riskine değil, devletin sosyal sorumluluğuna emanet eden düzendir. Eğer hükümet gerçekten emeklilerin refahını artırmak istiyorsa, önce asgari ücretin alım gücünü korumalı, emekli aylıklarını insanca yaşanacak düzeye çekmeli, kıdem tazminatına dokunmamalıdır.
Biz emeğin, adaletin ve sosyal güvenliğin yanındayız. Tamamlayıcı Emeklilik Sistemi adı altında getirilen bu kesinti düzeninin, çalışanların maaşına, kıdemine ve geleceğine zarar vereceğini görüyoruz.
TES adı altında dayatılan bu sistem, insanlara güven değil, kaygı veriyor. Çünkü herkes biliyor ki bu düzenlemede kazanan yine büyük sermaye, kaybeden yine çalışan olacak. Zorunlu kesintilerle değil, adil ücretle, güçlü sosyal güvenlikle, üretenden yana bir ekonomiyle bu ülke ayağa kalkar. Emekçinin sırtına yeni bir yük değil, omzuna bir umut konulmalıdır. Türkiye’nin ihtiyacı fon büyüklüğü değil; adalet, güven ve insanca yaşamdır.
KAMUDA TASARRUF TEDBİRLERİ
https://kisadalga.net/yazar/arac-saltanatina-son-veriyoruz-derken-hurdalari-satisa-cikarmislar-133773
Hazine ve Maliye Bakanı geçtiğimiz aylarda büyük bir gururla “araç saltanatına son veriyoruz” dedi.
Kamu kaynaklarında tasarruf yapılacağı, devletin kemer sıkacağı söylenmişti.
Ama bugün geldiğimiz noktada görüyoruz ki, bu sözlerin altı boş, içi göstermelik adımlarla doldurulmuş.
Bakın, geçtiğimiz haftalarda Resmî İlan Portalı’nda yüzlerce kamu kurumu araç satışına çıktı.
Peki ne satıyorlar?
1987 model kamyonetler, 1991 model minibüsler, 2000’lerin başında hurdaya ayrılması gereken arabalar…
Yani trafikte artık var olamayacak kadar eski, birçoğu yürür durumda bile olmayan araçlar.
Hükûmet “tasarruf” masalı anlatıyor ama sattığı şey, zaten kimsenin kullanmadığı, hurda niteliğindeki araçlar.
Bir yandan “israfı bitiriyoruz” diyorlar, öte yandan 2025’in sadece ilk aylarında 3 binden fazla yeni araç alımı yapılmış!
Yani bir elde hurda satış ihalesi, diğer elde yepyeni makam araçlarının siparişi.
Tasarruf demek, halkın cebinden çıkan her kuruşu kutsal bilmek demektir.
Tasarruf demek, makam araçlarını azaltmak, gereksiz harcamaları kısmak, kaynakları vatandaşa, üretime, eğitime, sağlığa yönlendirmek demektir.
Ama maalesef bugünkü tablo bunun tam tersini gösteriyor.
Görünüşte “tasarruf”, özünde “gösteri”.
Emekli açlık sınırında, genç işsiz umutsuzluk içinde, çiftçi mazota yetişemiyor.
Ama bakanlıklarda, kamu şirketlerinde araç kuyrukları uzuyor.
Her biri devletin kasasından, yani milletin alın terinden gidiyor.
Bunun adı tasarruf değil, aldatmaca!
Gerçek tasarruf, halkın gözünü boyamakla değil, halkın hakkını korumakla olur.
Gerçek tasarruf, makam arabasını değil, vatandaşı merkeze almakla olur.
Ve unutmayın; siz “tasarruf yapıyoruz” derken millet artık minibüse binecek parayı hesaplıyor, ay sonunu nasıl getireceğini düşünüyor.
Devletin itibarını araç sayısı değil, adaletin gücü belirler!
O yüzden diyorum ki; artık direksiyonu halkın yönüne çevirin!
BATI TRAKYA-HASAN KÜÇÜK
Batı Trakya Türkleri Dayanışma Derneği Genel Başkanı Sayın Hasan Küçük, 2023 yılında Yunanistan’a giriş yasağı almış ve “istenmeyen kişi” ilan edilmişti.
Ve 7 Ekim 2025’te, aynı hukuksuzluk bir kez daha tekrarlandı.
Sayın Küçük, hiçbir gerekçe gösterilmeden, yalnızca Batı Trakya Türklerinin haklarını savunduğu için sınırdan geri çevrildi. Batı Trakya Türkleri Dayanışma Derneği bir dava derneğidir ve kamu yararınadır. Hasan Küçük ise Batı Trakya topraklarının çocuğudur. Ben de bir Batı Trakya Türküyüm.
Bu karar, sadece bir kişiye değil, Batı Trakya’daki yüz binlerce soydaşımıza verilmiş bir mesajdır:
“Siz konuşmayın, siz varlığınızı hatırlatmayın.”
Ancak herkes biliyor ki Batı Trakya Türkleri yüzyıllardır oradadır.
Toprağıyla, okullarıyla, camileriyle, kültürüyle bu toprakların ayrılmaz bir parçasıdır.
Ve ne tarih onları susturabilmiştir, ne de baskı.
Değerli arkadaşlar,
Lozan Antlaşması açık ve nettir.
Bu antlaşma, Türkiye’deki Rum azınlığın haklarıyla Batı Trakya’daki Türk azınlığın haklarını karşılıklı olarak güvence altına almıştır.
Ancak bugün geldiğimiz noktada, bu mütekabiliyet tamamen tek taraflı hale getirilmiştir.
Batı Trakya Türklerinin kendi müftülerini seçme hakkı ellerinden alınmakta, Türk dernekleri mahkeme kararıyla kapatılmakta, çocuklarımıza Türk kimliği dahi yasaklanmaktadır.
Yunanistan, Avrupa Birliği üyesi olmanın arkasına sığınarak uluslararası hukuku açıkça ihlal etmektedir.
Bizim mücadelemiz her zaman hukukun, demokrasinin ve barışın çizgisinde olmuştur.
Batı Trakya Türkleri hiçbir zaman yasa dışı bir yol izlememiştir. Biz Rum vatandaşlarımızın Lozan ile güvence altına alınan haklarını savunuyoruz ancak Türk milletinin bölünmez bir parçası olan Batı Trakya Türklerinin haklarının da sürekli ellerinden alınmasını, Yunan Müslümanlar olarak daraltılmasını kabul etmiyoruz.
Bu tutum, artık Avrupa’nın da, Türkiye’nin de sessiz kalamayacağı bir noktaya gelmiştir.
Buradan açık çağrımı yapmak istiyorum:
Dış İşleri Bakanlığı, Batı Trakya Türklerinin haklarını korumak için gerekli diplomatik adımları vakit kaybetmeden atmalıdır. Avrupa Konseyi, Avrupa Birliği ve Birleşmiş Milletler nezdinde bu açık hak ihlalleri gündeme taşınmalıdır.
Çünkü mesele yalnızca Hasan Küçük meselesi değildir.
Bu mesele, Batı Trakya Türklerinin kimliğine, onuruna ve insan haklarına sahip çıkma meselesidir.
Çünkü Batı Trakya Türkü, Lozan’ın, hukukun ve insan onurunun adıdır.
VİŞNE CADDESİ- BURSA’DA İŞLER KÖTÜYE GİDİYOR!
Bebe ve Çocuk Giyim Sanayicilerimizin sorunlarına değinmek istiyorum.
BURSA ‘ Tekstil’in en marka şehridir. Vişne Caddesi – Yıldırım ise Bebe ve Çocuk giyiminde Dünya’da bilinen, kalite ve nihayi ürün üreten bir üssümüzdür.
Bundan çok değil 5 sene önce, 50-60 yıldır var olan bu sektörde Vişne caddesine markalaşmayı, Türk Malındaki kalite ile oluşan güven ile Bir Bebe ve Çocuk giyim toptan ticaret Alışveriş Merkezi inşaatı hayali vardır.
Pazartesi günü önemli sanayicilerimiz ile bir araya geldim.
Herşey’den önce Zeytinburnu ve Vişne Caddesi showroomdur. Buralarda bir yer boşalacak ise, bir yıl önceden kontratı yapılır ve peşin yıllık kiralanırdı. Kiralık ya da satılık yer bulamazdınız. Şimdi Vişne caddesi kiralık ve satılık tabelaları artık var.
Genel olarak, üretim kapasitesinin %30 un altına geldiğini görüyoruz.
Sorunun nedenleri ise ;
a-) Düşük kur, yüksek faiz
b-) Lojistik maliyetlerinin yüksekliği
c-) Devletin güçsüzlüğü. Gümrük vergileri ile maliyetlerimizin üzerine binen ek vergiler.
d-) Markalaşma konusunda desteğin yetersizliği
İstihdamın anaç sektörü tekstil’de bebe ve çocuk giyimi de ciddi kan kaybediyor. 3-4 yıl önce personel bulmakta çok zorlanıyorduk. Şimdi ise personelimize, iş itibarımıza karşı onur mücadelesi ile dayanmaya çalışıyoruz.
HÜRRİYET MAHALLESİNİN SORUNLARI
Değerli arkadaşlar
“Köyümüz, kimliğimizdir.”
Köyün dertleri anlatılmaz, yaşanır. Ama biz yine de anlatacağız; çünkü artık duyan yok, duymak istemeyen çok.
Bursa’mızın güzel köyü Hürriyet’in sorunlarını buraya taşımak önce bir Bursalı olarak, sonra bir milletvekili olarak benim görevim.
Evveliyatı şahsi mülkiyetten gelen, dedelerinin alın teriyle kurduğu köylerde yaşayan köylüler, bugün kendi toprağında kiracı hale geldi.
Köy tüzel kişilikleri ellerinden alınmış, ortak mallar belediye kasalarına devredilmiş. Köylerimiz bir zamanlar üretimin, emeğin, dayanışmanın merkezleriydi.
Şimdi ise kendi toprağında kiracı olmuş, kendi kahvesinde kira ödeyen, kendi deposuna giremeyen köylü kaldı.
Kahvehaneler, kooperatif binaları, misafir evleri, köy meydanları… Artık köylünün değil.
Bunun adı adalet değildir.
Bir yasa çıktı, adı “Büyükşehir Yasası” dediler.
Ama bu yasa köyleri büyütmedi, köyleri bitirdi.
Köyleri mahalle yaptılar, sonra da köylünün sesini susturdular.
Ahır yapmak suç oldu, tezek yere düşerse ceza oldu.
Köyün doğallığı “imar ihlali” sayıldı.
Köylü artık üretim yapamaz hale geldi.
Artık şehirde yaşamak zor, köyde yaşamak imkânsız.
Hürriyet köylüsü diyor ki:
Kentsel değil, iklimsel hiç değil, KÖYSEL DÖNÜŞÜM istiyoruz!
Bugün köylerde üretim yapmak neredeyse imkânsız hale geldi.
Hayvancılık yasaklarla kuşatıldı, tezek yere düşerse ceza, hayvan sesi gürültü sayıldı.
Bu ülkenin üreticisi, bu ülkenin köylüsü, artık suçlu muamelesi görüyor.
Büyükşehir Yasası, köyü şehirleştirmedi.
Sadece dengeyi bozdu, hem üretimi hem yaşamı altüst etti.
Köylüye ait tarlalar da artık üretim aracı değil, yatırım aracı oldu.
Toprak, köylünün geçim kaynağı olmaktan çıktı; rant kapısına dönüştü.
Tarlalar tarlacıda kalmalı, üretim üreticide kalmalı.
Çünkü köy biterse, üretim biter.
Üretim biterse, bu ülke ayakta kalamaz.
Köyü imara, üretimi rant hesabına kurban eden anlayış değişmeli. Köylerin tüzel kişilikleri yeniden tanınmalıdır.
Köylü kendi malında, kendi sözünde, kendi yönetiminde özgür olmalıdır.
KAMU MÜHENDİSLERİ
Değerli arkadaşlar;
Barajdan köprüye, okuldan hastaneye, yolun altındaki temelden gökyüzündeki elektriğe kadar her şeyin altında mühendis emeği vardır.
Ama bugün geldiğimiz noktada, bu emeğin karşılığı yoktur.
Bir mühendis yaptığı işin sorumluluğunu yalnızca bir gün, bir ay değil, yirmi yıl boyunca taşır.
Köprü çökerse, bina yıkılırsa, baraj sızdırırsa sorumlu mühendistir.
Ama aynı sistem içinde müfettişin, denetçinin, yöneticinin böyle bir yükümlülüğü yoktur.
Danıştay kararları açıkça söyler: “Soruşturmacı ulaştığı kanaatten sorumlu tutulamaz.”
Yani hesap hep mühendise çıkar, sorumluluk hep mühendisin omzuna yüklenir.
657 sayılı Devlet Memurları Kanunu’na göre mühendis, doktor ve müfettiş aynı hiyerarşide yer alır.
Aynı ek göstergeye yani 4200’e sahiptirler.
Ancak yıllar içinde yapılan parçalı düzenlemeler mesleklerarası dengeyi altüst etmiştir.
2011 yılında mühendis, müfettiş ve doktor maaşları birbirine yakındı.
Bugün tablo bambaşka:
• 2011’den 2025’e müfettiş maaşı 29,7 kat,
• doktor maaşı 31 kat,
• uzman doktor maaşı 38 kat artarken,
• mühendis maaşı yalnızca 22,6 kat artmıştır.
Aynı dönemde asgari ücret 32,6 kat artmıştır.
Yani kamu mühendisinin maaşı, asgari ücret karşısında %31 oranında erimiştir.
Bu tablo sadece gelir adaletsizliği değil, mesleki itibar erozyonudur.
Mühendislik; bilginin, bilimin, üretimin omurgasıdır.
Ama kamu politikaları, bu omurgayı görmezden gelmiştir.
Dahası Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’nın yayımladığı kritere göre,
Türkiye’de bir işverenin çalıştıracağı yabancı mühendise ödemesi gereken en düşük maaş, asgari ücretin dört katıdır.
Yani bu ülke, yabancı mühendise kendi mühendisinden daha yüksek taban maaş şartı koymaktadır.
Bu, akla ve adalete sığmaz.
Bu ülke mühendislerine değer vermezse,
ne üretimi sürdürebilir, ne teknolojiyi, ne kalkınmayı.
Mühendisi değersizleştiren devlet, kendi temelini zayıflatır.
Mühendisler sadece; adil ücret, hakkaniyetli düzenleme ve emeğe saygı istiyor.
Eşit sorumluluğa eşit karşılık istiyor.
Aynı devlete hizmet eden ve 2011 yılında maaşları denk olan mühendis, müfettiş ve doktor arasında adalet istiyor.
Bu ülkenin barajı çökmüyorsa, elektriği yanıyorsa, yolları işliyorsa,
orada bir kamu mühendisinin imzası, alın teri, sorumluluğu vardır.
Bu alın terinin, bu imzanın, bu sorumluluğun karşılığını verin. Kamu Mühendislerinin gelir ve özlük haklarını yeniden düzenleyin” dedi.